13. BÖLÜM
“TEKLİF.”
Güvertede, günün başlamasını izledim ve ilk güneş ışığında serin havada kendimi kucakladım.
İlk an gitme vakitlerinin geldiğini düşündüm, artık vardıklarını, bizi bırakacaklarını. Elvis odadan Ares ile ayrılırken bir şaşkınlıkla arkalarından yürüdüm, artık bu gemiyi terk edecekleri için de benim ne yaptığımı umursamadıklarını sandım. Gecenin o vaktinde güverteye çıktığımda da karşımda, okyanusun ortasında, ağaçlarla kaplı bir ada gördüm. Şekli yamuk bir kalbi andırıyordu ve gemimiz Eros, o adaya varmak için suyu dalgalandırıyordu.
Ares, Elvis ile konuştuktan biraz sonra aşağı inmiş, beni arkadaşıyla bir arada bırakmıştı. O dakikadan beri güvertedeydim, az önce güneşin doğuşunu izlemiştim. Gemiyi terk edeceklerini sandığım dakikaları geride bırakmıştım, çünkü gemiden ayrılacak gibi durmuyor, bir hazırlık yapmıyorlardı. O zaman bu adada neden duruyorduk?
Burada insan yaşıyor muydu acaba? Etrafa ışık sızdığında daha iyi görebilmiştim ama uzun, büyük ağaçların yoğunluğundan başka şey fark edememiştim. Bu adanın adı neydi, acaba biliyor muydum? Nerede olduğumuzu bile tam bilmiyordum.
“Güneşin doğuşunu izlemen için burada olmana müsaade ettim ama artık odana dönsen iyi olur.”
Gözlerimi adadan aldım ve benimle konuşan Elvis’e döndüm. Güvertenin en kenarındaydı, sırtı bana dönüktü. Sabahın serin rüzgârında gömleği üzerinde uçuşuyordu. Çok üşümüştüm ama dediği gibi güneşin doğuşunu görmek ve neler olduğunu anlamak için burada kalmıştım.
Arkasından sakince, art niyetsizce yaklaşıp, “Gemiden… ayrılacak mısınız?” diye sordum, bu soruyu sorarken içimde umut ve neşe eksikti.
Elvis uzaklara doğru bakarken gülümsedi. “Bunu gözlerinle görmek için mi bekliyordun?”
“Tabi!”
Sesimin dilediğim kadar gerçekçi çıkmış olması için dua etmeliydim belki de. Çoğu zaman kötücül, hesapçı olan bakışları yüzümdeki hiçbir ayrıntıyı kaçırmadı. Sol omzuna doğru dönünce güneşin mavi gözlerini ısıttığını gördüm, biraz da merhameti olsaydı bakışlarının kim bilir ne kadar güzel görünürdü gözleri.
“Henüz değil,” dediğinde insani bir hayranlıkla gözlerini izliyordum. “Bu adada arkadaşım var, kendisine bir emanet teslim ettikten sonra yola devam edeceğiz.”
Daha öncesinde düşündüğüm gibi, zaten hiçbir hazırlıkları yoktu. Geminin yavaşladığını, dalgaların yumuşayan süratinden anladım ve sakince, “Peki ne kadar kaldı?” diye sordum.
Yutkundu. “Az kaldı, bir sabah bakmışsın ki yokum.”
Başımı önüme eğdim ve kollarımdaki ellerimi sıktım. Neden yeterince mutlu olamadığımı kabul etmek istemiyordum ama zihnime bu soru düşmüştü bir kere? Neden ayrılacağı için derinden bir sevinç duymuyordum, özgür kalacağım için sabırsızlanıyordum ama Elvis… o alçakça planını gerçekleştirmişti işte, aklıma girmişti!
“Martin’in kardeşini aldıktan sonra… geri mi döneceksin?” diye sordum bu kez de.
Bakışları hummalı bir hal aldı. “Neden geri mi döneceksin, diye soruyorsun? Sadece beni soruyorsun, diğerlerini değil.”
Yemin ederim bir insanı böylesine dövmeyi istememiştim. “Hemen başladın yakışıksız konuşmalarına! Sen, siz ne fark eder ki işte?”
“Benim için fark eder Roza, arkadaşlarımın senin için biraz bile önemli olmaması hoşuma gidiyor.”
Yanaklarımı şişirince yüzümün haline boğazdan gelen bir sessiz gülmeyle karşılık verdi. “Emin ol aranızda en nefret ettiğim sensin!”
“Tabi, bunu yürekten söylediğine eminim…”
Daha bir şey demedim, benim derdim kendime yetiyordu. Bu alçağı bir daha görmemek üzere odama gitmeli, ondan ne bir şey istemeli ne de ona kitap okumalıydım. Benim hakkımdaki planları çok kalpsizceydi ve… istemsizce dedikleri ruhuma tesir etmeye başlamıştı.
“Ben de adaya gelebilir miyim?”
Hayır aptal, hayır! Odana dönmekten bahsetmelisin!
Elvis arzuma hiç şaşırmadı, eminim bunu istediğime ben daha çok şaşırmışımdır. Dirseklerini güvertenin kenarından çekip doğruldu ve ayaklarımın ucuna kadar girdi. “Neden, kaçacak mısın?”
Gözlerimi devirdim. “Ailemi bırakıp mı? Hiç bilmediğim bu adada mı? Hayır akıllım! Yalnızca çok sıkıldım, bir süre olsun dışarıda olmak istedim.”
Düşünüp tartıyor gibi dudaklarını ısırdı ve o sırada sudaki hareketlilik tamamen son buldu. Gemi adanın kıyısına yaklaşmıştı. Arkasını dönüp yürümeye başlayınca üşüyerek peşine düştüm, içeriye girdiğimizde Elvis daha süretle yürüdü. Benim odamın olduğu kata indiğinde içimi hüsran kapladı. Beni odama bırakıyordu, belli ki yanında götürmek istemiyordu. Aslında en iyisiydi, Elvis’ten uzak durmalıydım ama… bilmiyorum, odamda oturmak, Elvis’le vakit geçirmekten daha sıkıcıydı. Odamın kilidini açıp bana döndüğünde içeriye girdim.
“Üstüne, seni sıcak tutacak bir şeyler giyin.”
Yerimde zıpladım. “Gelecek miyim?”
“Başıma nasıl belalar açacaksın, görmek için sabırsızlanıyorum.”
Gerileyerek odanın içinde yürüdüm ve sonra hevesle dolabımın kapılarını açtım. Layla henüz uyanmamıştı, hâlâ erken bir saatti. Dolaptan bir yün hırka aldım ve tekrar koridora çıktım. Elvis o sırada koridordaki kapıları dinliyordu. Ben çıkınca derhal odamın kapısını kilitledi ve bileğimden tutup seri şekilde yürümeye teşvik etti beni.
Çalışma odasına çıktık ve askıda duran ceketini aldı, kesedeki bıçağını kontrol etti. Aşağıya inmeden önce aynı katta bulunan kaptan köşküne ilerledi, ben de arkasındaydım. Kapıyı açıp içeriye baktığında yaşanılanları hatırladım. Bu kez asıl kaptan geminin başındaydı, yanında Martin vardı. Kaptan kapının açıldığını duyduğunda bu tarafa dönüp Elvis’e öfke ile baktı ve beni gördüğünde gözlerini kıstı, aşina olmuş gibiydi.
Elvis Martin’le konuştu. “Kaptanımızın huzurunu kaçırmıyorsun değil mi Martin?”
Kaptan söze girdi. “Adam’ı odasından çıkarmayı bir daha düşünmelisiniz, size daha anlayışlı olacaktır.”
Adam geminin sahibi, kaptan ise Adam’ın arkadaşıydı. Elvis bu soruya karşı nazikçe, “Elbet düşünüyorum,” demekle yetindi. Kim inanırdı ki?
Martin Elvis’e kapıyı gösterince de Elvis sırıttı, arkadaşına göz kırparak bana döndü ve yürümem için öncelik verdi. Hırkamı giyerek koridoru geçtim ve katları indim, ta ki ilk gece geldiğimiz o çıkışa ulaşana kadar. Büyük geminin geniş çıkışına yürüdüğümüzde Ares’i gördüm. Sırtı bize dönük, elleri cebinde adayı izliyordu. Kendisine yaklaşıldığını anlayınca bize döndü. Benim burada oluşumu garipsediğini hemen anladım. “Elvis?” dedi sorarcasına.
Korsanım yanımdan geçti ve arkadaşının karşısına geçerek omzunu sıktı. “Birkaç saate dönmüş olurum. Gözlerinizi dört açın, kaptana ve konuklara dikkat edin.”
Ares çenesiyle beni gösterdi. “O neden geliyor? Mantıklı bir izahı var mı?”
Elvis omuzlarını düşürerek güldü. “Aslında yok.”
“Kardeşim, hata yapıyorsun…”
Elvis onun omzuna bir daha vurup yanından geçince ben de Ares’le göz teması kurmadan arkasından yürüdüm. Elvis adanın kıyısına yaklaşmış gemiden indi ve arkasını dönüp bana elini uzattı. İnmeme yardım etmeye hevesli görünüyordu. Parmaklarını tuttum ve kaymadan inmeye çalıştım. Adanın beyazlı, grili kumlarına inince kendimi hafiflemiş hissettim. Günler sonra geminin dışına çıkmıştım, okyanustan başka şey görüyordum.
“Kısa sürsün,” dedi Ares, yukarıdan.
Elvis ona el selamı verip önüne dönünce ben de heyecanla arkasından gitmeye başladım. Adanın etrafı kumlarla kaplıydı, ilerleyen kısımda ağaçlar başlıyordu. O büyük, ıslak ağaçlar adanın etrafını kuşatmış gibiydi. Buraya da yağmurun düştüğü, kumların ıslaklığından da belliydi. Omzumun üstünden arkaya bakınca geminin büyüklüğü beni bir daha büyüledi, camlardan bakan birkaç insan gördüm ama hiçbirini kişisel tanımıyordum.
Önüme tekrar döndüm. Elvis ağaçların içine dalmıştı, ben de aynı yoldan yürüdüm ve ağaç yapraklarını ellerimle iterek önümü açtım. Ağaçlık alanda biraz yürüdükten sonra adayı daha geniş görebildim. İleride ikiye ayrılan yol vardı, Elvis sol tarafı seçince onunla yürüdüm. Yol, ilerledikçe yukarıya doğru yükseliyordu, neredeyse dik bir yoldu. İstemsizce etrafımda dönüyor, günler sonra ilk kez gördüğüm doğayı izliyordum.
“Bu adanın adı ne?”
“Prens.”
“Nasıl? İsmi mi?”
Yanına, bana doğru baktı. “Evet.”
Prens adasıydı demek, acaba bir hikâyesi var mıydı bu ismin? Merakla dudaklarımı ısırdım ve dik yolun sol tarafından döndük. Şimdi yüksek ama az olan binalar görünmeye başlamıştı. Sanki üzerinde toz birikmiş, eski bir adaydı. Binalar yıllar önce yapılmıştı, modern değildi. Henüz bir insan görmemiştim. Birkaç kapalı dükkân görünce bugün günlerden hangi gün olduğunu merak ettim. Kahve ve yeşil renklerinde, yüzölçümü küçük bir kasaydı.
Bu yolu yürürken ister istemez, “Adanın isminin bir anlamı var mı?” diye sordum.
Elvis köşeden dönerken, “Hiç ilgilenmedim,” diye cevap verdi.
Yanaklarımı şişirdim. “Adanın ismi Prens’miş. Hiç mi neden böyle olduğunu merak etmedin?”
“Hayır. Senin için öğrenirim.”
Alt dudağımı ısırarak yüzüne bir bakış attıktan sonra ilgimi tekrar etrafıma vermeye çalıştım ve o anda adaya geldiğimizden beri ilk kez insan gördüm. Bir anne, küçücük bir kızın elinden tutmuş, dik bir çatısı olan, etrafı sarmaşıklarla örtülü evden çıkıyordu. Kız gülümsüyor, annesi onu dinliyordu. Moğala’dayken, hükümetin geçici bir sürede olsa hamile kalma yasağı getirdiği o günlerde bir daha anne olamama korkusuna kapılmıştım. Oysa çocuk doğurmak şu an için yalnızca Moğala’da yasaktı.
“Çok tatlı bir kız değil mi?” Elvis’in sorusunu duyunca bakışlarımı bu yabancı insanlardan çekerek ona baktım. Gözleri yüzüme hizalıydı. “Buradaki insanların dili ne?”
“Kendi dillerini konuşuyorlar.”
Nasıl konuştuklarını merak etmiştim, bu adadan da, insanlardan da haberim yoktu; onları tanımak hoşuma gitmişti. Anlayarak başımı salladım ve biraz daha dik yol yürüdük. Birkaç insan daha gördüm, bizimle pek göz teması kurmasa da baştan aşağı süzüyorlardı. Çok kırsal ama tarihi esintileri olan adaydı, nüfusunun az olduğu belli oluyordu.
Bir köşe daha döndüğümüzde yolun ilerisinde yüksek, eski bir kilise gördüm. Elvis yolun karşısına geçince de varmak istediği yerin burası olduğunu tahmin ettim. Bu günahkârın kilise de ne işi vardı? Hem de böyle ıssız bir kasabadaki kilisede? Geniş, siyah bir kapıyı açtı ve bahçeden içeriye girdi. Etrafta ağaçlar, ayağımızın etrafında temizlenmemiş otlar vardı. Kilisenin ahşap kapısı aralıktı, Elvis o aralığı büyüterek içeriye girerken uzanıp ansızın elimden tuttu. Bir kiliseye, bir erkeğin elini tutarak girdiğime mi, yoksa elimi tutanın Elvis olmasına mı şaşırmalıydım?
Neden beni kendisine yakın tutma gereği duymuştu?
Başımı ellerimize eğdim ve kilisenin içinde yürümeye başlayınca vücudumu ürperti esir aldı. Daha önce ailemle, kilise de bulunmuştum. Dua etmeyi de severdim. Fakat şimdi neden burada olduğumuzu anlamamıştım. İçeride kimse yoktu, belki ibadet günü veya saati değildi.
Fısıldayarak, “Neden buradayız?” diye sordum.
“Sen, benimle olmak istediğin için buradasın,” dedi bir sır verir gibi konuşarak.
Ah, ne alçak ama…
Elimi saran avucunu, onu uyarır gibi sıktım ama bu bana daha sıkı bir karşılıkla döndü. Parmaklarımı adeta avucuna hapsetti. Eli soğuktu, benimse sıcak. Ellerimizin birbirine değdiği bazı anlar olmuştu, hepsinde soğuktu parmakları. Hep bu kadar üşümesi… acaba bir rahatsızlığı mı vardı?
Elvis’in gözleri kimsenin olmadığı kilisede arayışa girince, “Kime bakıyorsun?” diye sordum merakla.
“Arkadaşımı arıyorum, burada olmalı.” Kilise kürsüsüne kadar ilerleyip sol tarafta görünen, aralık bir kapıya baktı. Günah çıkarma odasına benziyordu. “Buraya varacağım günü doğru hesap ettim, bir yanılgı olmadı, o halde nerede…”
Kendi hesaplarının peşine düşmüştü, bu yüzden aldırış etmedim. Onun tadının kaçması beni mutlu bile ediyordu. Burası küçük ama özenle yapılmış bir kiliseydi, güneş ışığının dokunuşları camlardan içeriye giriyordu ve her sözcüğümüz yankılanıyordu. Etrafımda bir tur daha atarken Elvis’in yürümesiyle ileriye çekildim ve ağzımdan homurtu çıkarken, kapıdan giren genç adamı gördüm.
Kapıdan, Elvis’i görerek giriyordu ve yüzünde bir gülümseme vardı. Onun din görevlisi olduğunu giyinişinden hemen anladım. Uzun siyah saçları, koyu renkli gözleri vardı. Elvis kendisine yaklaşırken elini uzattı ve resmi bir yakınlıkları olduğunu anlayacağım şekilde el sıkıştılar. Adam Elvis’in elini iki eliyle birden, samimi şekilde kavramıştı. “Hoş geldin,” derken heyecanlı bir sesi vardı.
Elvis elini sağlamca sıkıp geri çekildi. “Hoş buldum.”
“Uzun saatlerdir: geceden beri buradayım, hangi vakitte geleceğini tam kestiremiyordum…”
“Sanıyorum vaktinde geldim, zaten daha önce hiç yanılmamıştım.”
“Evet,” dedi gülümseyerek ve başını bana çevirdiğinde kendimi buraya çok yabancı hissettiğim için gerildim. Başımı eğerek selam verdiğimde aynı karşılığı buldum. “Yorgun musunuz, bir şey ikram etmemi ister misiniz?”
Elvis başını bana çevirdi, benim bir arzum olup olmadığını duymak istiyordu. Başımı iki yana sallarken dudaklarımı yaladım ve Elvis elimi tutuş şeklini değiştirip, “Suya hayır demeyiz,” dedi.
Adam hemen onayladı. “Elvis bana eşlik et, emanetimi verirken arkadaşına su getirelim.”
Elvis bana huzursuz bir bakış atınca ben bile yalnız kalmaktan çekindim. Bu gamsız adamı huzursuz eden ne olmuştu? Elini gevşetip beni bırakınca elimi arkama götürdüm ve bir şey demeden, kiliseyi dolaşmak için beylerden uzaklaştım. Uzaklaştıklarını da adım seslerinden anladım, kafamı çevirip bakınca çıkmak üzere olan Elvis’in gözleriyle karşılaştım.
Yalnız kalınca biraz daha kiliseyi dolaştım ve sonra oturup beklemeye başladım. Ada serin ama nemliydi, bu da çok normaldi; dört bir yanı okyanusla kaplıydı. Ellerimi hırkamın içine doğru çektim ve rüzgâr sesini dinledim. Az sonra başka bir sesi duyunca kaş çatarak kilise kapısına döndüm. Bana doğru bakan bembeyaz bir kediyle karşılaştım.
Günler sonra ilk kez hayvan görüyordum.
Kalkıp yanına yürüdüm. Dizimi kırıp önünde eğildim ve elimi ürkütmeden üstüne koydum. “Merhaba.”
Başını avucuma doğru yaslayıp sürtündükten sonra dilini çıkardı, sanki bir şey arıyordu. Acaba aç mıydı? Zayıf, temiz bir kediydi; sokak kedisine benzemiyordu, acaba burada mı yaşıyordu? Onu kucağıma alıp doğrulurken, “Bayıldım sana, çok güzelsin,” dedim. Göğsüme doğru bastırıp yanağımı kafasına yasladım. “Ben küçükken bir köpeğim vardı, ne yazık ki onu kaybettim. Seni de ona benzettim. Tamam, o köpek, sen bir kedisin ama o da senin kadar beyazdı…”
Kucağımda hareket edince daha sıkı tutup kilisenin etrafında dolaştım, Elvis ile o adamı aradım. Belki kedi için yiyecek verirlerdi. İleride bir çeşme görünce adımlarımı yönlendirdim. Kedi kucağımdayken çeşmeyi açıp avucuma doldurduğum suyu içmesine yardım ettim. Suyu hızlı hızlı içince de susuzluk çektiğini anlamış oldum. Bu kedinin güzelliği beni gülümsetti. “Bir ismin var mı canım? Tabi, olsa da söyleyemezsin ama soruyorum işte…”
İhtiyacı kadar su içince elimden kurtulmayı denedi, bu haline hayret edip güldüm ve kucağımdan zıplayarak inince arkasından takip ettim. Çeşmesinin arkasına geçip patileriyle yerdeki toprağı eşelediğinde üstüne eğilip bir daha kafasını okşayarak sevdim onu. “Adını hâlâ söylemedin, darılıyorum sana…”
Onunla biraz oynamak istiyordum ama bu kızın niyeti ellerimden hemen kaçmaktı, görüyordum. Tüylerinde parmaklarımı dolaştırıp onu hafifçe rahatsız edince üstüme atladı ve beni güldürdü. Ellerimi ondan kurtarıp kızmış görünen gözlerine baktım. “Sadece şakalaşıyoruz, beni ortadan kaldırmana gerek yok…”
“Roza!”
Adım, çok gür bir sesle yankılandığında irkilerek dizlerim üzerinde doğruldum. Çeşmenin arkasından çıkıp sese doğru koştum ve Elvis’i kilisenin kapısı önünde buldum, sırtı bana dönüktü. Ta ki ben iki adım daha koşana kadar. Sonra bana döndü ve burada olduğumu görünce bir durdu, ardından sert adımlarla üzerime geldi. “Neredesin sen? Kaçmaya mı çalışıyorsun?”
Onu kızgın ve suçlayıcı bulmaya şaşırarak gözlerimi kırpıştırdım. “Hayır, burada nereye kaçacağım ki?”
Elini kaldırıp kiliseyi gösterirken göğsü sertçe hareket etti. “Neden içeride değilsin! Sen bıraktığım yerde bulmak istiyorum! Birkaç dakika içinde nereye gittin?”
“Kediye su içiriyordum…” ayaklarımın yanında hareketlilik hissedince başımı eğdim ve beyaz kediyi yanımda buldum. Elvis elleriyle beraber kafasını da önüne eğdi ve bir şeyleri anlamış gibi iç çekti. Eğilip kediyi tekrar kucakladım ve göğsüme yaslayarak doğruldum. “Orada bir çeşme vardı, kedi de çok susamıştı. Sen gemiyi işgal ettin ama sanırım bazı şeyleri iyice karıştırmaya başladım. Sen benim hiçbir şeyimsin, senin bıraktığın yerde değil, canımın istediği yerde olurum…”
“Geniş özete bakarsak burada benimle, canının istediği yerdesin yani…” Tanrı’m, ceza gibi adamdı, nasıl becermişti kendisine pay çıkarmayı? Ona dik dik bakıp yanından geçmek için adım attığımda, hafif eğilip göğsümdeki kediye dokundu. Fakat kedi onun beklemediği bir aksilikle patisini atıp tırnaklarıyla elini çizince kendimi tutamadan gülmeye başladım. Elvis kaşlarını çatıp elini geriye çekti ve kedi bir daha onun eline uzanınca, “Hey,” diye homurdandı kediye. “Bu kadar kısa sürede seni nasıl tarafına çekti, neyine kandın? Güzelliğine mi?"
Yanaklarım ısınırken kedinin hırsına güldüm ve Elvis gözlerini dikince, karşısında neredeyse ilk kez gülerken yakalandım. Elini yanına indirip yüzüme bakarken, arsızlığı ele almış şekilde daha çok sırıttım kendisine. Ona güldüğümü anlamasını istedim, hatta kendisiyle alay ettiğimi sanmasını. Fakat yine yanıldım… Tabi yanılırım, adam gamsızın teki yahu!
Sinirlenmek bir yana, başını iki yana sallayarak gülümsedi ve bir arsızlığı da kendisi yaptı; kedinin kafasını bir daha okşadı. “Çirkin bir kedisin.”
Beni hayal kırıklığı ve hayrete düşürdü dediği. “Kediye bile hakaret ediyorsun! Kalpsizsin işte sen!”
Beni hiç duymamış gibi, “Ne kadar da çirkin bir kedisin,” diyerek yeniden tüylerini okşadı hayvanın.
Bir elim göğsümdeki kediyi tutarken diğer elimi yumruk yapıp omzuna doğru salladım. “Hayvan sevmekten bile anlamıyorsun, bir insanı seviyor musun acaba sen?”
“Belki onu yererek sevmek hoşuma gidiyor, neden bu kadar öfkeleniyorsun?”
“Çünkü çok güzel bir kedi ve sen çirkin çirkin deyip duruyorsun!”
Elini kediden çekip doğruldu. “Bırak artık şu çirkin kediyi…”
Bu kez daha süratli şekilde yumruğumu omzuna indirecekken beni tuttu, bileğimi havada yakaladı ve benim kızgın bakışlarıma belki de ilk kez içten gözleriyle baktı. Kolumu yanıma indirip bileğimden çektiği elini de yüzümün hizasına kadar götürdü, yüzüme düşmüş bir tutam saçı kulağımın arkasına koyarken gülümsedi. “Bu kadar öfke seni erkenden öldürür, sonra ben ne yaparım sensiz…”
Tanrı’m, lütfen şu adama kahkahalar içinde izleyeceğim bir ceza ver, lütfen!
Hayatıma yalnız bir korsan olarak değil, şiddet yanlılığımı ortaya çıkaran bir haydut olarak da girmişti bence. Bensiz ne yaparmış! Yine… kalbimi tuzağa düşürmek, benimle eğlenmek için önünü ardını düşünmeden konuşuyordu işte. Burun deliklerimden sert nefes alınca dişlerini göstererek güldü ve bana bir adım atıyordu ki, yabancı adam konuşarak buraya yürüdü.
“Elvis, hanımefendiyi bulmuşsun…” bize yaklaştığında kızararak geriledim, kaçamak şekilde adama baktım. Bana mesafeli bir tebessümle bakarken bir bardak su uzatıyordu. “Teşekkür ederim,” diyerek suyu aldım ve içip bardağı kendisine geri verdim.
“Kedi sizi ziyaret etmiş,” diyerek kucağıma baktı.
Onun tüylerini okşayarak gülümsedim. “Sizin mi? Çok güzel bir kedi.”
“Vaktini kilisenin etrafında geçiriyor,” derken bana uzandı ve kediyi teslim ettiğimde Elvis, “Sağlıcakla kal,” dedi adama. Sanırım ki görüşmeleri sonlanmıştı. Adam kediyi yere indirip doğrulduktan sonra Elvis ile el sıkıştı, minnettar olmuş halde baktı. “İyiliğin için teşekkür ederim, yine uğramayı unutma.”
“Yolum düşecektir,” dedi Elvis, omzuna hafifçe vurup ve sonra bana öncelik verdi, önüne geçip yürümeye başladığımda da arkamdan geldi. Kilisenin bahçesinden uzaklaşana kadar konuşmadım ve o siyah, demir kapıyı kapatıp yola çıktığında hemen sordum. “Neden buraya geldiğimizi anlamadım, bu din adamıyla ne konuştun?”
Ellerini ceplerine koyup yokuşu inmeye başladı. “Kendisine bir mektup verdim.”
“Ona mektup mu yazdın?”
“Evet, bir aşk mektubu.”
Ayaklarım bedenimi durdurdu ve Elvis birkaç adım daha atıp arkasında kaldığımı fark ederek bana döndü. Güneşte gözleri kısılırken yüz ifademe erkeksi şekilde kıkırdadı. “Nahoş esprim için kızma lütfen. Ona Moğala’dan bir aşk mektubu getirdiğim doğru ama elbette ben yazmadım!”
Ah, ne denirdi ki bu soytarıya? Yine alay etmişti işte benimle, huyu buydu. Bezmiş şekilde soluyup yürümeye başladım ve kendisiyle hiç konuşmadan yanından geçtim. Dakikalar boyunca da yüzüne bakmadım, onun ve kendimin adımlarını izleyerek sessiz kaldım.
Çıktığımız yokuşları inerken dışarıda geçirdiğim dakikaların tadını çıkarmaya çalıştım. Gemiye döndüğümüzde yine uzun saatler odamdan çıkamayacaktım, belki de bir gün boyunca. Acaba anahtarı mı geri mi isteseydim? Aman, ne faydasını görmüştüm ki?
Biz yaklaştıkça ayaklarım geri gitme isteği duydu. Gemide hapsolmaya kendi ayaklarımla gitmek canımı sıkıyordu. Yürürken iki genç adam daha gördüm, onlar da bizi fark ettiklerinde bana ve yanımdaki korsana baktılar. Elvis’in gözleri adamlarla kısa bir an kesişti, gözleri bu kez gamsız değil, sertti.
O dar yokuşu inince okyanus görünmeye başladı. Küçük bir ada olduğu için hiçbir taşıt yoktu, zaten okyanusa geri dönmemiz dakikalarımızı almıştı. Güneş yükselmeye devam ediyordu, yüzümde ısısını hissederek kumların üzerinde yürüdüm. Omuzlarım düşmüştü, keşke burada biraz daha kalabilseydim.
Elvis’ten bunu mu isteseydim? Hayır, daha faydalı bir şey istemem gerekirdi.
Gemi bakış açıma girince duraksadım. Elvis’te durduğumu görüp omzunun arkasından bana baktı. Geminin camlarından dışarıyı izleyen konuklara uzaktan bakıyordum. “Neden durdun?”
“Okyanus çok güzel görünüyor, izlemek istedim.”
“Günlerdir zaten okyanusa bakıyorsun.”
Yutkunarak okyanusun yansıması gibi duran mavi gözlerine döndüm. “Aynı şey değil. Odama hapsolmuşken okyanusun tadını nasıl çıkarırım?”
Bir şey demeden yüzümü seyredince kendimi gizlemek istedim fakat kaldığım yerden yürümekle yetindim. Gemiye yaklaştığımızda Ares girişe doğru indi, bizi karşıladı. Yolumuzu beklemiş gibi görünüyordu, Elvis benden önce, biz zıplamayla geminin basamağını çıktı ve arkasını dönüp elini uzattı. Bu kez elini tutmadan, korkuluktan destek alarak yukarıya çıktım ve Ares her ikimize de bakıp, “Her şey yolunda mı?” diye sordu.
“Siz varken nasıl her şey yolunda olabilir ki?” dedim.
Elvis çenesiyle beni işaret edip, “Gördüğün gibi, her şey yolunda,” dedi.
Gözlerimi devirerek yanlarından geçtim, odama hapsolacağımı bilerek geminin kapalı alanına yürüdüm. Konuşmaya başladıktan biraz sonra peşime düştüler, içeriye girdiler. İlk kattaki geniş koridorda yürüyüp daha önce indiğim, yerini hatırladığım mutfağa ilerledim. Açtım, sabah kahvaltısı saati geçmiş olmalıydı.
“Nereye?” diyerek arkamdan hızlandı Elvis.
Köşeden döndüm, gözlerimle etrafı taradım. “Mutfağa gidiyorum, yemek yiyeceğim.”
“Doğru, düşünemedim, acıkmışsındır tabi…”
Bu nazik karşılık yüzünden, az önce bağırdığım için suçlu hissettim kendimi. Oysaki kaba olan, beni aç bırakan onlardı. Başımı önüme eğerek iç çektim, Elvis yüzünden duygularım çok bulanıklaşıp beni huzursuz ediyordu.
“Sağ taraftan.”
Sol tarafa dönecekken hiç karıştırmamış gibi sağ tarafa döndüm ve arkamdan gelen kıkırtıyı, akıl sağlığım için duymazdan geldim. Mutfağı görünce içeriye girdim ve Martin’i görerek durdum. Büyük mutfaktaki uzun orta tezgâh önünde durmuş elindeki bıçakları birbirine sürterek biliyordu. İçeriye girildiğini duyunca bize doğru baktı, ben de elindeki bıçaklara bakarak yutkundum.
Elvis yanımdan geçip ona yaklaşırken, “Dostum, aşçılığı biraz fazla ciddiye aldığını görüyorum,” dedi ona. Uzanıp elindeki bıçakları nazikçe aldı.
Martin gözlerini ikimiz de dolaştırıp arkadaşının gözlerinde durdu. Sessiz sorusunu ben anlamadım ama Elvis anlamıştı. “Evet, mektubu teslim ettim, her şey yolunda.”
Martin bir onay vermek için başını sallayınca, uzun saçları hafifçe dalgalandı. Bakıldığında hepsi güçlü, gerçekten yakışıklı adamlardı; neden dürüst çalışmak varken korsanlık yaptıklarını anlamıyordum. Elvis bıçakları bıçaklığa bırakıp Martin’in omzuna hafifçe dokundu. “Kaptanın yanında kim var? Bizim kaptan mı?”
Arkadaşı başını salladıktan sonra Elvis’e beni gösterdi. Bunun üzerine cevabı ben verip, “Açım,” dedim. “Bir şeyler yemek istiyorum.”
Ares ve Martin, beni Elvis’in yanında görmekten huzursuz oluyorlardı, ikisinde de aynı bakışa rastlıyordum. Yakınlığımızı muhtemelen kendileri için bir sorun olarak görüyorlardı. Bakışlarının baskısı altında gözlerimi kaçırmadan durmaya çalıştım ve içeriye yürüyüp tezgâha bakındım. Etraf topluydu, anladığım üzere mutfakla ilgilenen Martin oluyordu. Artık aşçıyı buraya çıkarmıyorlardı.
Tezgâhta yalnız meyve ve ekmek görünce arkamı dönüp geniş dolapları açtım. Soğuk ve iri mutfak dolaplarından gördüklerimi çıkarıp tezgâha koyarken beyler beni izliyordu. Yumurta gördüğümde kendime bir omlet yapmak istedim, yumurtaları bir kasede çırpıp tava aradım. Büyük ocağı yakıp tavayı ısıtırken, Martin’in Elvis’e beni gösterip kafasını onaylamayan bir işaret yaptı.
Ben kaşlarımı çatarken de Elvis, “Ben onu izliyorum, bir hata yapmayacak,” dedi.
Korsan işaret ve orta parmağını gözlerine hizalayıp gözüm üstünde, gibisinden bir harekette bulunup mutfaktan ayrıldı. O suratsızın arkasından dil çıkarıp söylenerek omletime döndüm ve pişirip ocaktan aldım. Uzun tezgâha bırakıp sepetten iki dilim ekmek çıkardım, dolaptan çıkardığım pastırma ve mermelatı önüme çektim. Yemeye başladığımda Elvis tezgâhın karşısında, dirseklerine yaslanmış şekilde beni izliyordu. Çatal ve bıçağımla omleti parçaladım ve asabi oluşumdan kaynaklı bıçağı o kadar fevri kullandım ki, Elvis’i eğlendirdim. “Bıçağın ucunda beni hayal ettiğini biliyorum,” dedi.
“Bari yemek yerken huzur versen,” dedim ve omletten bir parçayı ağzıma götürüp yedim. Sıradan ve güzeldi, açlığıma çok iyi gelecekti.
“Yemek yerken seni yalnız bırakmamı mı istiyorsun? Tanrı bilir, birkaç dakika içinde hayatımızı nasıl cehenneme çevirirsin…”
“Hayatı cehenneme çevirmek mi? Bunu sizden daha iyi kim yapabilir ki bayım?” En soğuk olan nazik gülümsememi gönderip pastırmayı sertçe kestim.
Burnunun ucunu kaşısa da ben güldüğünü yakaladım. “Görünen o ki, birbirimize yakışıyoruz.”
“Keşke seni cehenneme gönderebilsem,” dedim burnumdan soluyarak.
Pastırmayı ağzıma atıp ardından omletten yedim, ikisi bir arada leziz oluyordu. Elvis elbette söylediğime gücenmedi, yemek yiyişimi hayret edebileceğim bir ilgiyle izleyip çenesini tezgâhtaki kollarına doğru sürttü. Yüzü benden alçaktaydı, mavi gözlerini yukarıya kaldırmış şekilde izliyordu beni. “Ve sen, ardından cennete mi gideceksin?” dedi bana.
“Şey, umarım… Yoksa seninle aynı yerde olmak kulağa eziyet gibi geliyor!”
Gözlerine belli belirsiz bir ışık düştü, ancak bir avuç kar eritirdi. “Hayatında bir erkek var mı?”
Lokmam boğazıma takılı kaldı ve boğulmaya başlayarak öksürdüm. Elvis sırıtarak arkasını döndü, çeşmenin kenarında bulunan cam sürahiden bana bir bardak su koydu ve yanıma yürüyüp elime bıraktı. Öksürüklerimi sakinleştirmiş halde sudan iki yudum aldım ve yaşaran gözlerimi silip geriledim. “Beni öldürecektin!”
“Affedersin, iyi misin?”
“Affetmiyorum, benimle böyle konuşma!”
Önüme döndüm, telaşlı şekilde çatal ile bıçağı aldım. Elvis benden uzaklaşırken ilgimi yemeğime vermeye çalıştım. Ahşap dolapların sesini duyarken kalbimi duymuyor gibi yaptım. Benimle planlı olarak mı böyle konuşuyordu? Aklımı bulandırmak kendisine ne kazandıracaktı, bir bilsem!
Tabağımın yanına bir fincan çay koyduğunda refleks haliyle başımı kaldırdım, yakınımda buldum korsanı. Kolu hâlâ önümdeyken gözleri yüzümde gezintideydi. Gözlerimin panik dolu hareketine odaklanınca ne de endişelendiğimi de görmüş oldu, kaşlarını çattı. “Kötü bir niyetle sormadım,” dedi.
“Ne… ne kadar iyi niyetle sorabilirsin ki! Sen bir korsansın!”
“N’olmuş korsansam? Sana bir kalbim olduğunu söylemiştim! Kes artık aynı önyargılarda bulunmayı!”
Elini önümden çekti ve sertçe arkasını döndü, o kadar gurur kırıcı şey söylemişken aldırmayıp, dediğim bu basit şeylere karşı tavır almasıyla afallamıştım. Seri adımlarla mutfaktan çıktı, adım sesleri uzaklaştı. Titreyen ellerimdeki çatal ile bıçağı bırakıp ellerimle tezgâha tutundum. Niyetini okuyamadığım, gözlerinde defalarca kötülüğünü gördüğüm birisine nasıl inandırdım? Ayrıca inansam ne olurdu? Dediğim yalan mıydı, o bir korsandı. Gemimizi işgal etmiş, eşyalarımızı çalmıştı. Bir kalbi olsaydı yapar mıydı? Ben ona kalpsiz dediğimde göğsünün içinde bir parça taşıdığını biliyorum ama o parçanın duygulardan yoksun olduğunu da. Acaba ne kadar yakın zamanda hissetmişti ki kalbini, var olduğunu sanarak yaşıyor?
Ben hiç hissettim mi bir kalbi olduğunu?
Gözlerimin önünde yaşanmış birkaç anı sahnelenince kafamı iki yana salladım ve boğazımda kalmış her şey adına çayımı yudumladım. Aşırı açlığım dinmiş olsa da tok değildim, fakat iştahım kalmamıştı. İç çekerek fincanımdaki çayı son yudumuna dek içtim ve geminin kalktığını hissederek cama baktım, güneye doğru devam ediyorduk.
Ilık çayım bittiğinde fincan ile tabakları tezgâha bıraktım, Martin Bey dağıttıklarımı toplama zahmetine girerdi, ancak bu kadar toplayacaktım. Su bardağımı ve tezgâhtaki ahşap kase içinden kırmızı bir elma alıp koridora çıktım. Elvis’in ne kadar uzağa gittiğini düşünmüştüm bilmiyorum ama koridorun ucundaydı, küçük camdan dışarısını izliyordu.
Dikkatli, ses hassasiyeti yüksek birisi olarak adımlarımı duydu ve yürümeye başladı. Yanımdan geçerken yolu gösterdi ve beraber çıkmaya başladık. Beni odama bırakırken arkamdan geliyordu, hiç konuşmuyorduk. Kapımı açarken istemsizce ona baktım, yine gamsız, ilgisiz görünüyordu. İçimi çektim ve açtığı kapıdan geçtim, ardımdan kapıyı kilitleyince gözlerimi deliğe diktim. Hemen gitmişti.
“Abla, neredeydin?”
Layla banyodan, bornozuyla çıkıyordu. Sürekli odamdan çıkabilmeme karşı artık hayret duymaz olmuştu. Zoraki bir gülümseme takınarak, “Sana anlatırım,” dedi. “Üşümeden üstünü giyin.”
Ben dışarısını izlerken kardeşim üstünü giyindi. Biraz sonra ona geceden beri yaşanılanları kısa bir özet geçtim. Dışarıya çıkmış olmama şaşırdı, korsanların buna izin vermesine daha çok. Söyleyeceklerim bitince gözlerini meraklı şekilde kırpıştırdı.
“Abla… Elvis korsanın bence sana bir ilgisi var! Hatta sana aşık bile olmuş olabilir! Sadece kitabı merak ettiği için mi okumanı istiyor, hiç sanmıyorum. Üstelik yanında gelmene izin vermiş, kendisi için hiçbir yararı yokken…”
Yataktan hızlıca doğruldum, kollarımı göğsümde kavuşturdum. “O sadece benimle eğlenmek için çabalıyor, bir duygusu yok! Sen daha küçüksün, erkeklerin niyetlerini okumakta zorlanabilirsin. Burada canı sıkılıyor, belki kendisi için bekar bir kadın arıyor…”
Layla söylediklerimi dikkate almadan, “Ben sana katılmıyorum,” dedi. “Bence sana âşık oldu! Bunu fırsata çevirebiliriz abla, sana aşıksa istediğini yapar…”
Kurduğu cümleler cüretkârdı, beni panikletmişti. Ellerimi savurarak ona kızdım. “Neler diyorsun böyle, aşkmış! O adamlar yalnızca kötü niyetli korsanlar, nasıl başka bir şey umabilirsin!”
“Kötü niyetliyse neden gidip her defasında ona kitap okuyorsun! Çok saçma!”
Ağzımı bir iki kez açıp kapattım, sinirle arkamı dönüp yatağın ucuna oturdum. Parmaklarım tutunduğu kollarımı sıkarken, giysilerimin altındaki vücudum ısınmaya başladı. Sıcaklığın yankıları yüzümde de hissedildi. Kalbimde de bir okyanus yoksa, beni boğmaya başlayan şey yalnızca kendi nefesim miydi?
Kardeşim ne anlar erkeklerden? İyi niyetten… aşktan! Saçmalık işte! Tüm yaşadıklarımız kadar büyük bir saçmalık.
Daha da gitmeyeceğim ona kitap okumaya. Layla’da anlayacak mecburiyetten gittiğimi!
Kardeşimle uzun süre konuşmadık. Ona bağırdığım için küsmüştü ama düzeltmedim. Hızlanan geminin okyanustaki seyrini izledim ve akşam yemeği için kapımız çalındığında yine de kendim baktım. Yemeğimizi getiren Ares oldu, kendisiyle hiç konuşmadım ve kapımız kilitlendiğinde Layla ile masaya oturduk. Dün yediğimiz çorbadan vardı, yanında ise kuru bir makarna. Karbonhidrat ihtiyacımızdan makarnayı yedik ama lezzetine varamadım, yine de karnımız bir müddet acıkmayacaktı. Kıtlıktan kaçarken her lokmamızın sayıldığı bir gemide olacağımızı kim hayal ederdi ki?
🌊
Sonraki iki gün ıssız, sessiz geçti. Bu kadar sessiz ve hüzünlü geçmesinin sebebi, odamdan hiç çıkamayışımdı belki de. Korsanların gemide inşa ettikleri düzen devam etmişti, artık buna karşı bir isyan girişimim olmadığı için de yalnızca odamda beklemiştim olacakları. En çok neyi beklediğimi bilmiyordum. Bu odadan çıkmalarınımı, gitmelerini mi, yoksa Elvis’i bir daha görmeyi mi?
Sakin geçen günlerde çok düşündüm, yapacak başka neyim vardı ki zaten? Yemeklerimi yemiş, Layla ve karşı odadaki ailem ile yüksek sesle konuşmuştum. Herkes hâlâ hayattaydı, korsanlar kimseye zarar vermemişti. Dün öğle saatlerinde bir gürültü cereyan etmişti ama korsanlar bununla da başa çıkmıştı. Önce üst kattan birinin teşviğiyle başlayan bir gürültü oluşmuştu, sanırım masaların yere vurma sesiydi. Sonrasında diğer odadaki konuklarda buna katılmıştı, cidden rahatsız edici birkaç saat geçirmiştik. Bu bir isyandı ama korsanlar her ne yaptılarsa, bu isyanda tüm gün sürmeden son bulmuştu.
Bugün de akşam olmuştu, akşam yemeğimi yerken tüm bu tatsız düşünceler zihnimi meşgul ediyordu. Layla aç olduğu için karnını doyurmuş, çoktan yatağa dönmüştü. Vücudumun bitkin olduğunu biliyordum ama nedense yemek yeme isteğim yoktu, bir duygu lokmalarımı boğazımda biriktiriyordu.
Dünden beri defalarca kez kendime neden Elvis’i görmek istediğimi soruyordum. Kitap okumayı istediğim için mi? Yoksa onunla konuşurken vakit hızlı geçtiği, bu kadar sıkılmadığım için mi? Bu isteğimi akla mantığa oturtmalıydım, çünkü akla oturmuyorsa… kalpte bir yeri olduğundandır. Ve böylesi bir isteğin kalpten gelmesi ancak felaketim olur.
Ne yapıp etti ve başardı, aklıma sızdı.
“Artık Elvis’e kitap okumuyor musun?”
Kız kardeşimi duyunca cevap vermek için ona döndüm. “Beni kimse çağırmadı, sanırım artık istemiyor.”
Yatağımızda yan döndü, yüzüme daha dikkatle bakarken dudaklarındaki haylaz sırıtmayı gördüm. “Yoksa bu yüzden mi surat asıyorsun?”
“Neden yine sana kızacağım cümleler sarf etmeye başladın.”
Kıkırdadı. “Anne ve babama söylemeyeceğim, hadi itiraf et; Elvis’i beğendin değil mi?”
Tepsiyi önümden tamamen ittim, bir lokma daha yemeyecektim. “Hırsız, işgalci, alaycı ve tamamen bambaşka bir dünyanın insanı, o adamı mı bana layık görüyorsun?”
Bir daha kıkırdayınca tüm sinir sistemim bozuldu. “Bu konuşma hiç senin üslubun değil, sorumdan rahatsız oldun, demek ki gerçekten onu beğeniyorsun…”
Alakasız çıkarımlarına hak ettiği cevabı verecektim ki, oda kapımız tıklatıldı. Tepsiyi almaya geldiklerini anladım ve kalkıp tepsiyle ilerledim, açtığımda karşımda Martin’i buldum. Uzattığım tepsiye bakıp tabağımda yarım kalan yemeği gösterince omzumu silktim. “Yemek istemedim.”
Kaşlarını çatsa da elbette sessiz kaldı. Başıyla onaylayıp kapımızı kapattı ve kilit sesi dönünce kalbim sıkıştı. Burada hapsolmaktan ne kadar nefret ettiğimi biliyordum, o yüzden kendime hayret ediyordum. Çünkü bunun bizzat sebeplerinden birisi olan adama merak duyuyordum.
Tuvalette vakit geçirdim ve ağzımı temizleyerek çıktım, yatacağım için de dolaptan çıkardığım beyaz geceliğimi giyindim. Kolları dirseklerime, uzunluğu dizlerime kadar gelen ipekten bir gecelikti. Hafiflediğimi hissederek yatağa girdim ve bacaklarımı kendime sararak çenemi dizlerime koydum. Camdan dışarısı tamamen karanlıktı, yansımamdan başka şey göremiyordum.
Layla uyuyakaldığında annemle babamın sesini duydum, karşı odadan sesleniyorlardı. Kalkıp yaklaştım ve iki gecedir olduğu gibi onlarla konuştum. Sonra babam bir şeylerden bahsetti. “… onları konuşurken duydum, yolculuklarının bitmesine az kalmış Roza! Sakinliğinizi koruyun, çok yakında onlardan kurtulacağız?”
“Ne zaman duydun bunları?”
“Bugün, koridordan geçtikleri sırada!”
“Harika…”
Aileme iyi olduğumuzu defalarca kez tekrarlayıp yatağa geçerken rahatsız bir his midemi çepeçevre sardı. Nasıl ve neden olduğunu düşünmek yerine yalnız bu hissin geçmesini bekledim. Niçin artık beni çağırmadığı anlaşılıyordu, mutlu sonlarına ulaşmak için son hazırlıklarını yapmakla meşgullerdi.
Sonunda değil mi… Sonunda.
Yatakta uzandım, hiçbir şey düşünmeden uzanmak için gözlerimi kapattım ama birazdan hayal kırıklığına uğradım. Kapımı ağır bir el tıklattı, gözlerimi karanlıkta büyüterek açmamı sağladı. Yataktan doğruldum ve kapı deliğinden bakarken göğsümdeki taklaları farkına vardım. Kalbinin hatasından başka şey değil böyle hissetmek, diye düşündüm ve Ares’i gördüm. Kapıyı açmaya başladığında da ellerimi etrafıma sardım.
Vücudumu kapının arkasına sakladım ve kafamı çıkardığımda gözlerimiz birleşti. Birkaç saniyeyi sessiz bir göz temasıyla geçirdik. “Elvis seni çağırıyor.”
“Yaa,” sözcüğünün dudaklarımdan çıkışına engel olamadım ve telaşlı şekilde gözlerimi kırpıştırdım. “Bir dakika bekle.”
Kapıyı kapatıp odaya döndüm, dolaba yürüyüp içerisinden geçen gün de giydiğim hırkayı çıkardım. Gecelikli bedenimi o hırka ile kapatırken ellerim titriyordu. Artık yanına gitmeyeceğini düşünmüştüm, neden yine çağırıyordu? Asıl soru bu olmamalı fakat ben kendimi huzursuz etmemek için böyle soruyordum bu soruyu.
Dışarıya çıktığımda Ares kapıyı kilitleyerek yanımda yürüdü. Kendimden başkasına zarar vermeyen yumruklarımla katları çıktım ve beşince kata ulaşınca heyecanlandım. Ares benim için kapıyı açtı ve içeriye girdiğimde, hiçbir şey demeden kapıyı kapatıp çıktı. Elvis ile bir arada olmama rızası yoktu ama bana da bir şey dememişti.
Başımı önüme çevirince Elvis’i masada, yani tam karşı hizamda buldum. Önünde bir tepsi vardı, yemek yiyordu. Neden bu kadar geç bir saatte yemek yediğini bilmiyordum ama zaten böyle bir adamın neyi doğru olurdu ki?
Hiç taviz vermeden oturmaya devam edince karşısına kadar yürüdüm ve masanın diğer tarafında, omuzlarım dik şekilde durdum. Gold şamdandaki mumlar odayı aydınlatıyordu ama camdan dışarısı karanlıktı. Hiç konuşmadan lokmasını çiğnemeye devam edince, “Evet?” dedim. “Beni neden çağırdın?”
Dudaklarını yaladı ve sonra tepsideki peçeteyi alarak ağzının kenarını hafifçe silerken, gözleriyle de masadaki kitabı gösterdi. “Başka neden olabilir ki?”
Parmaklarımı uzatıp kitabın kapağına dokundum. “İki gündür çağırmıyordun, hâlâ kitabın devamını merak mı ediyorsun?”
“Kitabı… Evet, elbette kitabı merak ediyorum.”
Dudağımı ısırdım. “Zaten ben de kitabı merak ettiğim için geldim.”
“Şüphesiz.”
Gözlerine bir daha bakıp hemen kaçtım ve sonra kitabı alıyordum ki, aniden tepsiyi uzattı. “Tatlımı yiyemedim, tadına bakmak ister misin?”
Durup tepsisine bir göz attım. Bizimle aynı yemekler vardı ama yanında da tatlı. “Tatlı mı? Her akşam tatlı mı yiyorsunuz? Hem de turta? Çok kötüsünüz, bize hiç ikram etmiyorsunuz…”
Yüzündeki kaslar gevşedi. “Kabalığımı mazur gör ve karşılığında bu tatlıyı ye. Akşam yemeğini sindirmiş olmalısın, en azından tadına bak.”
Reddetmek istedim ama turtaya karşı koyamadığımı artık o da öğrenmişti. Ayrıca turtayı kimin yaptığını da merak ediyordum, daha öncesinde aşçı yapmıştı ama şimdi hangi korsan yapardı ki? Belki bu lüksleri için aşçıyı çıkarmışlardır.
Tepsideki tabağa uzandım ve masa önündeki koltuklardan birisine oturup dizlerime koydum. Turtayı yerken ona bakmamaya çalıştım, çünkü kararlarımın arkasında duramamaktan utanıyordum. Tadı güzel olmuştu, elmanın ekşiliği hoşuma gitmişti. Son lokmasına kadar yedim ve Elvis masasından kalkıp karşıma kadar geldiğinde lokmamı yutamadan gözlerimi yukarıya kaldırdım, ona baktım. Bir bardak su uzatırken, “Bir dahakine karnını doyur,” dedi.
Turtayı biraz hızlı yediğim için utanç duydum, bardağı elinden alıp suyu içerken parmaklarım titredi. Aç olduğumu çok mu belli etmiştim? Yoksa… söylediği şeyi doğru mu anlıyordum, yemeğimi bitirmediğimi mi biliyordu? Bardağı masaya bırakırken buz mavisi gözlerinde takılı kaldım ama gerçeği soramadım, bir sır gibi kaldı aramızda.
İç çekerek başını çevirdi, kitabımızı alıp bana uzattıktan sonra karşıma oturdu. Bu şekilde koltuklarımız karşılıklı olmuştu. Sayfasını açarken o çizim tekrar aklıma geldi, görürsem bu kez bir şey yapabilir miydim?
Neyse ki kitabın içinde görmedim. Kaldığım yeri hatırlayıp okumaya başladım. Kitabın yarısını çoktan geçmiştim ama sanırım… sonunu ona okuyamayacaktım. Babam demişti, yolculuklarının bitmek üzere olduğunu.
Bu konu hakkında neredeyse soru soracaktım, dudaklarımı sertçe ısırarak kendimi durdurdum. Hatta bunu birkaç kez yaptım, aklımı ve kalbimi kitaba vermeye çalıştım. Dakikalar geçerken Elvis’in bakışları daha da yoğunlaştı, vücudumu ve yüzümü sıcaklık örttü. Okuduğum yerler aklımda kalmadı, kelimeleri karıştırdığımda bir şeylerin ters gittiğini anladı.
“Uykun mu geldi?”
Başımı kaldırıp baktım ona, gözlerim acıyordu ama zaten bu gece uykumun kaçacağını biliyordum. Alnımı kırışırken seslice yutkundum. “Bence… bu kitaba devam etmemiz anlamsız, belli ki sonunu göremeyeceğiz.”
Öne eğilmiş, yaralı ve büyük ellerini birleştirmişti. Gözleri bir düşüncesi var mı yok mu anlamadığım şekilde izliyordu beni. Sanırım tuzağı buydu, gözlerimi işgal edip ellerime uzanmak. Ben ona bakarken elleri, kitabı tutan ellerimi hafifçe kavradı ve dokunuşa kadar bunu anlamadım bile. İrkilince dokunuşunu ileriye götürmedi, soğuk ve sıcak ten teması gözlerini bir lacivert rengine dönüştürdü. Onun gözlerinde ışıltı aramanın ne farkı var gökyüzünde yıldız aramaktan? “Seni ailene geri getireceğime söz verecek olsam… benimle bu gemiden iner misin?”
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...